22 Aralık 2013 Pazar
Kaos İmtihan ve Ümit
Günümüzde hâdiseler, sırf dış yüzleri itibarıyla değerlendirilmekte; sürekli korku, telâş, endişe ve ürperten bir belirsizlik var olup biten her işte. Niyetler olabildiğine karanlık, söz ve davranışlar aldatıcı, emeller hırsların güdümünde ve şu koca dünya fevkalâde hassas dengeler üzerindeki o iğreti duruşuyla birkaç macerapereste emanet. Kimin ne yaptığı, ne yapacağı belli değil; arzular başka, sözler-vaatler başka; aldatan aldatana. Kimse inanmasa da, öldürenler ve ezenler bir sürü bahane uydurabiliyor; mazlum ve mağdurlar ise olup biten şeylerden bütün bütün habersiz. Ölene şehit diyorlar, kalana da gazi. Aslında bunlarla teselli olmak için de imana ihtiyaç var. Böyle bir desteği olmayanlar da ödüllerle, madalyalarla avutuluyor.
Her yanda yürekler tıpkı kamış kalemler gibi cızır cızır.. ve cızırdayan bu kalemler, kan rengindeki mürekkepleriyle tarihin en kirli sayfalarından birine ne utandıran notlar düşüyor: Her tarafta toz-duman, her bucakta kan, irin ve gözyaşı. Gövdeler canlara kalkan, canlar yaşama heyecanı ve ölüm hafakanıyla tir tir.. ezenler kan kokusu almış köpekbalıkları gibi av peşinde; her gördüğüne saldırıyor ve herkese diş gösteriyor. Mazlumlar-mağdurlar ise, sürekli şaşkınlık içinde ve beyhude eforların yorgunu. Her yanda kurt ulumaları, çakal sesleri; bu seslere açık sînelerde ise çaresizlik iniltileri. Hayattan kâm almak şöyle dursun, dört bir yandan gelip ruhlara çarpan acı haberlerle yığınlar sürekli tedirginlik içinde. Umumi atmosfer bugünkü insanların yüzleri gibi simsiyah; hâdiseler de tıpkı onların kafaları gibi hep sisli-dumanlı.. ne yaşamanın hakkı verilebiliyor, ne de hayat kendi derinlikleriyle duyulabiliyor.. sürekli emel, elem arası gel-gitler yaşanıyor, insanlar da her an ayrı bir acı ve ızdırapla ölüp ölüp diriliyorlar.
Yer yer hâllerinden şikayet ettikleri de oluyor; ama, o da musibeti ikileştirmeden başka bir şeye yaramıyor. Hemen her zaman ayrı bir düşünce kayması ve bakış inhirafı içindeler; içindeler ve öyle derin bir gaflet yaşıyorlar ki, ihtimal sûr sesiyle dahi uyanmayacak gibiler...
Bunların yanında, gözleri fizik ötesi âlemlere açık, başları mumlar gibi önlerinde ve gönüllerinden kopup gelen çığlıklarla Hakk'a arz-ı hâl edenlerin sayısı da az değil. İmanları sağlam, ümitleri pek, her işlerini hesaba bağlı götüren, hesapları da tam bu insanlar, hâdiselerin sadece dış yüzlerine bakarak ve her şeyi hâle sıkıştırarak değil; varlığı, varlık içinde de kendilerini doğru okuyarak, doğru yorumlayarak onları maddî-mânevî bütün derinlikleriyle ve bir küll halinde mütalâa ediyor; çirkin gibi görülen şeylerin arkasındaki güzellikleri de seziyor; ızdıraplara terettüp eden ledünnî zevkleri duyuyor ve sürekli musibet kâselerinden kevserler yudumluyorlar.
Aslında, nâhoş görünen her ilâhî icraatın gizli bir kısım güzel yanları da var; evet bazen öyle ilâhî iş ve faaliyetler oluyor ki, dış yüzleri itibarıyla insan onlarda hiçbir güzellik göremiyor; ama, iç yüzleri, neticeleri ve herkese, her şeye bakan farklı yanları itibarıyla bunlar o kadar yerinde ve nefistirler ki, bunu böyle görüp sezebilenler, ah-of yerine, "Dahası olamaz" deyip hayranlık izhar ediyorlar.
Evet, karın-kışın bağırlarında baharları beslemeleri, rüzgârların çok geniş alanlı aşılama fonksiyonları, yeryüzündeki değişik tebeddül ve tegayyürlerle yeni yeni güzel manzaraların oluşması ve bize vahşice görünen pek çok hâdisenin, ekosistem açısından getirdikleri o kadar güzeldir ki, duyup sezenler için bunlara hayran olmamak mümkün değildir; değildir ve bunların hemen hepsi de mükemmel, yerinde ve fevkalâde güzeldirler; ama her şeyin, kendi heva ve heveslerine göre cereyan etmesini isteyenlere bunları anlatmak çok zor olsa gerek...
Gökte ve yerde ne varsa hepsinin, ilmî bir programa göre Yaratan'ın meşîetine bağlı cereyan ettiğini sezip anlayanlar, her şeyi daha farklı görür ve daha farklı değerlendirirler. Onların ufkunda guruplar tulû televvünlü, felaketler saadet renkli, elemler muvaffakiyet edalı, elde olmayan mazlumiyet ve mağduriyetler de müstakbel mutlulukların vesilesidir. Onlar, hâdiselerin o ekşi çehrelerinden daha çok gülen yüzüne bakar ve olayların acı yanları yanında tatlı taraflarını da görmeye çalışırlar. Dolayısıyla da, onların o aydınlık dimağlarında, yerinde toprak altın kesilir; zehir, şeker-şerbet olur; tipi-boran rahmet rengine bürünür; elemler emellerin koridorları hâline gelir ve ızdıraplar da birer doğum sancısına dönüşür. Hatta umumi ölümler ve geniş alanlı musibetler onların nazarında birer yeni bahar mesajı gibidirler. Onlar, ağaçlar üzerindeki kurumuş dalların budanmasına, taze filizlere yol açma nazarıyla bakarlar.. ve saygıyla karşılarlar kaderden gelen kesip biçmeleri. Dahası, olup bitenleri ettiklerine ceza, kadere rıza, günahlarına kefâret ve yeni bir kısım Hak inayetlerine çağrı mevsimi, teveccüh vesilesi sayar ve her zaman Allah karşısında iki büklüm olurlar; olur, belâ ve musibetlerle yüz yüze geldiklerinde hep dimdik durmasını bilirler. Zaten onlar bu dünyaya, herhangi bir rüzgârla sürüklenip gelmediklerinin şuurundadırlar ve en şiddetli fırtınalarla savrulup gitmeyecek kadar da konumlarının hakkını verme adına sabit-kademdirler. Öyle bir duruşları vardır ki, ne harp ü darp ne de kıyamete denk hâdiseler onları -Allah'ın sıyanetiyle- asla yerlerinden kımıldatamaz.
Şerler, böylelerinin atmosferinde hayır rengini alır; ızdırap ve acılar da onların saflaşıp özlerine ermelerini netice verir. Havaların kararması, ortamın yaşanmaz hâle gelmesi onların gerilimlerini artırarak daha bir teyakkuza sevk eder. Zalimlerin zulmü, müstebitlerin ardı arkası kesilmeyen dayatmaları, aleyhlerinde komploları komploların takip etmesi ve bir ölçüde sebeplerin sukûtuyla çarelerin bütün bütün bitmesi onları daha bir yürekten Çaresizler Çaresi'ne yönlendirir ve kendi kendilerine: "Nâçâr kaldığın yerde / Nâgâh açar ol perde / Derman olur her derde" (İ. Hakkı) der; her şeyi daha iyi okur, daha iyi değerlendirir ve kaybetmeler kuşağında iç içe kazançlar yaşarlar.
Yıllar var bizler, hep bu anlayışa sadık kalmaya çalıştık: Fitne ve fesada karşı koymak şiarımız oldu. Milletin selâmeti adına, tecavüzlere, tasallutlara ses çıkarmadan fenalıkları sürekli iyiliklerle savmaya uğraştık. Bize zulmedenlere, akla-hayale gelmedik komplolar kuranlara tek bir sözle olsun mukabelede bulunmadık. İftira ve tezvîre kilitlenmiş olanlara dahi bir kerecik olsun "Allah onları kahretsin." demedik.
Dünya peşinde koşmayı, sâfiyane Allah yolunda bulunma ile telif edemediğimizden, O'nun rızasına bağlılık içinde îlâ-yı hak mecburi seçeneğimiz oldu. Yürüdüğümüz yolda hep başkaları için yürüdük ve her zaman onları yaşatma mülâhazaları, yaşama arzularımızın önünde bulundu. İnanmış ve sevgiyle atan sînelere refakatin dışında dünyevî zevk, lezzet adına bir şey duyup tatmadık. Dünyaya ait büyük-küçük herhangi bir talebimiz olmadığı gibi, dünyevî sayılan yanları itibarıyla -siyaset dahil- her şeye karşı bilerek mesafeli durmaya fevkalâde gayret gösterdik. Saf Allah hoşnutluğunu bulandırır ve Rabbimizle kulluk münasebetlerimizi zedeler mülâhazasıyla makam, mansıp düşüncelerini kalbî ve ruhî hayatımız adına birer kirlenme sayarak bu tür arzu ve beklentilerden hep uzak durduk.
Evet biz, tâ baştan itibaren hep böyle davrandık; ama, insanları kendilerine medyun edip bu medyuniyeti de bir koz gibi kullanmak isteyen bazı çevreler, ayrıca her güzel şeyi kendilerine mal etme peşinde koşup duran ve müspet hiçbir hizmetleri olmadığı hâlde her olumlu işin önünde görünmek isteyen hasta bir kısım mütegallip zorbalar, aslında meziyet sayılan bazı millî faaliyetlere ve onların temsilcilerine karşı -ma'şerî vicdan "evet" dese de- iftira, isnat ve her türlü tezvire başvurmadan geri kalmadılar. Bu tür hareket etmekle onurumuzu kırmak, ma'şerî vicdan nezdinde bizi ademe mahkum etmek istediler. Böyle davrananların sayısı belki azdı; ama, yapılanların keyfiyet ve temâdîsi oldukça ürperticiydi. Bunların hemen hepsi de onur kırıcı şeylerdi ve iffetli yaşamış insanları fevkalâde rencide edecek mahiyetteydi. Ne var ki, kendini milletine adamış bir mümin için bunlar mutlaka ve mutlaka katlanılması gerekli olan şeylerdendi. Bu itibarla da bana göre, gönül erleri, geçmişte olduğu gibi gelecekte de olması muhtemel bu kabil densizlikleri gülerek karşılamalı; "Hoştur bana Senden gelen / Ya hil'at ü yahut kefen / Ya taze gül yahut diken / Lütfun da hoş, kahrın da hoş." demeli ve her zaman dimdik durmalıdırlar.
Bizim için önemli olan, milletimiz ve onun onurudur. Eğer millet derbeder, kitleler fakr u zaruret içinde inliyor, toplum tefrikaya yenik, yığınlar birbirini yiyor ve haramiliğe prim verilip şekavet de alkışlanıyorsa, işte o zaman bize oturup ağlamak düşer.. evet, kendini milletine adamış hasbî bir ruh, şahsı veya yakınlarının maruz kaldığı tecavüzler, tahkirler karşısında değil, dinine, diyanetine, mukaddes değerlerine dokunulduğu zaman hafakanlara girer; bir itfaiyeci edasıyla "çare" der, sağa-sola koşar ve gözü başka bir şey görmeyen sevdalılar gibi gerekirse her şeyini feda eder; feda eder de, kat'iyen millî ve dinî değerlerine toz kondurmaz. Yürüdüğü yol mazlumların, mağdurların yolu olmuş; ömür boyu hep çile çekmiş ve dünya zevki namına hiçbir şey tatmamış; sürgün yaşamış, zindanlarda çürümeye terk edilmiş; değişik baskılarla sürekli preslenmiş; her zaman bir haydut ve şaki muamelesi görmüş... önemsemez bunların hiçbirini; önemsemek bir yana, böyle şeyleri düşünmeyi bile düşünce adına israf kabul eder ve oturur kalkar milletin problemlerine çözüm bulmaya çalışır.
Zulme maruz kalır, haksızlığa uğrar; ama o, ne zalimi görür ne de gadredenler üzerinde durur; hâlini her şeyi bilen "Allâmü'l-Guyûb"a havale eder ve yürür Hak rızası hedefli yoluna. Yürüdüğü yolda musibetlerin biri gider, diğeri gelir ve belâlar da sağanak sağanaktır tepesinde. Ne var ki, o bütün bunları, Hak'la münasebetleri açısından kendi kusur ve eksikliklerine verir; maruz kaldığı bu şeylerin, günahlarına kefâret olacağını düşünür; kısmen de olsa hatalarından arındığı/arınacağı ümidiyle acı çekerken dahi sevinir; dahası, olup biten bu şeylerin bir kısım sürpriz sonuçları olabileceği mülâhazasıyla da içinde bulunduğu o ızdırap karelerini ve bunların bütününden hâsıl olan gâile ve bâdireler silsilesini Cennet yolunun yokuşları gibi algılar; başkalarının âh u vah ettiği en canhıraş durumlarda bile sürekli şükranla gürler ve "Bırak bîçâre feryadı belâdan, kıl tevekkül; zira feryat, belâ-ender, hata-ender belâdır bil / Belâ vereni buldunsa eğer, vefa-ender, atâ-ender belâdır bil / ...Cihan dolusu belâ başında varken ne bağırırsın küçük bir belâdan, gel tevekkül kıl / Tevekkül ile belâ yüzüne gül, tâ o da gülsün; o güldükçe küçülür, eder tebeddül." (Mektubat) der kendini sorgular. Zulümden zulme koşanlar, hayatlarını kin, nefret, iğbirar ve intikam hisleriyle karartanlar kararta dursunlar; o, kendi gibi hareket eder; gayzları mülâyemetle savmaya çalışır; en insafsızca tecavüzleri gülücüklerle tesirsiz hâle getirir; yılmadan, usanmadan hep insanca tavırlar sergiler; her şeye rağmen başına gelenleri de, istihkakına binaen rahmetin yol verdiği kaderin adaletine bağlayarak rıza ile karşılar; karşılar ve hemen toparlanır, kendine gelir, yanlışlarını görmeye çalışır ve bir kere daha yaşama düzenini hüsn-ü âkıbete göre plânlayarak yürür Hak hoşnutluğuna.
Başa gelenlerin gerçek sebeplerini keşfedemeyenlere gelince; onlar, yer yer çevrelerinde suçlu arar, zaman zaman kadere taşlar atar; varsa Hak'la bir parçacık münasebetleri onu da zedeler ve yanlışla oturur, yanlışla kalkarlar.. derken yeni yeni hatalarla daha değişik zulümlere de davetiyeler çıkarırlar.
Fertler için söz konusu olan bütün bu hususlar, aynıyla toplumlar için de vâki ve vârittir: Bugün yeryüzünde zulümleri zulümler takip ediyor; güçlüler güçsüzleri eziyor; kuvveti elinde bulunduranlar, kimsenin gözünün yaşına bakmadan önüne gelen herkese saldırıyor. Bu kabil saldırı ve tecavüzler esnasında bir sürü masum gadre uğruyor; bir sürü insan ölüyor veya esarete dûçâr oluyor ve bütün bu hâdiseler, dış yüzleri itibarıyla yürekleri kanatacak mahiyette cereyan ediyor. Ne var ki, kader açısından bakınca mesele hiç de öyle değil; biz, bazen şöyle-böyle üzülebiliriz; ama, her şeyde kaderin adaletinin olduğu da bir gerçek: Bir kere her şeyden evvel, dünkü zalimler bugün zulümlerinin cezasını çekiyor, mazlumlar ve onların yakınları da ebedî saadet inancıyla serinliyor ve teselli oluyorlar.
Evet, bugüne kadar o zalimler, önlerine gelen herkesi eziyor, kendileri gibi düşünmeyenlere kan kusturuyor ve ettiklerinin bir gün gayretullaha dokunacağını hiç mi hiç düşünmüyorlardı. Ezilip horlananlarsa, hiçbir şey yapamama hafakanlarını, sadece onları Allah'a havale etmekle yatıştırmaya çalışıyorlardı. Yıllar hep böyle Muharrem gibi geçti; gözyaşları da Revân Nehri gibi çağlayıp durdu.. derken yapılanlar ilâhî izzete dokundu ve Allah zulmedeni de, zulmü alkışlayıp zalimi seveni de, haksızlıklar karşısında sessiz kalanı da toptan tedip etti/ediyor ve edecektir de. Atalarımız "Zulmile âbâd olanın âhiri berbat olur." demişlerdir ki tarih bunun yüzlerce misaliyle mâlemâldir. Dahası, iğneden ipliğe her şeyin hesabının sorulacağı bir gün var ki, o gün vay haline o zalimlerin..!
Biz, şimdi her şeyi Sahibine havale ederek bir kere daha:
"Zalimin zulmü varsa mazlumun da
Allah'ı var,
Bugün halka cevretmek kolay, yarın Hakk'ın
divanı var."
deyip geçelim. Allah dünkü zalimleri bugün cezalandırdığı gibi, günümüzün gaddarlarını da çok yakın bir gelecekte mutlaka tecziye edecektir. Bugün, şahlar, şehinşahlar gibi yaşayanlar, günü gelince sürekli ızdırapla kıvranacak ve sefalet içinde yutkunup duracaklardır. Bu dünya, var olduğu günden beri her zaman yarısı ışık, yarısı da karanlık olagelmiştir. Bugün karanlık yaşayanlar, yakın bir gelecekte -eğer iradelerine emanet edilen dinamikleri iyi kullanırlarsa- aydınlıklara yürüyecek, içinde bulundukları zamanı günahlarıyla kirletenler de karanlıklara yuvarlanacaklardır.
Şimdilerde bize, geceleri hep seher kuşları gibi inleyip durmak ve âh u enînlerle gök kapılarını zorlamak düşüyor. Kim bilir belki de, toplarla, tüfeklerle çözülemeyen problemler hiç umulmadık şekilde bir gün gözyaşlarıyla ve Hakk'a yakarışlarla çözülecektir. Aksine eğer bir an evvel kendimize dönüp, kendi değerlerimizi, kendi dinamiklerimizi harekete geçirmezsek, daha uzun süre mahrumiyetler içinde kıvranıp durmamız kaçınılmaz olacaktır. Evet, bugün kendini rahata salanlar şimdilerin miskinleri, yarınların da zelilleri olmaya mahkûmdurlar. Ömürlerini hissiz ve hareketsiz geçirenler, çevrelerinde ölüm sûrları ötmeye başlayınca çaresizlikle hep şaşkınlık yaşayacaklardır; yaşayacaklardır ama, yaz ve bahardaki fırsatları fevt edenler, kışta âh u vah etmiş ve nedamet duymuşlar neye yarar ki..! İnsan, bugününü, gelecekte "keşke keşke" demeyecek şekilde değerlendirmeli ve yarınlarını karartmamaya çalışmalıdır.
Sızıntı / Başyazı - Mayıs 2003
21 Aralık 2013 Cumartesi
16-12-2013 Bamteli Özel | Yolsuzluk
* İnsanlara saygının önemli bir yanı, onları hep Cenab-ı Hakk’ın rahmâniyet ve rahîmiyetinin bir tecellisi olarak görmek, kucaklamak, bağrına basmak, sineni onlara da açmak.. ve yaptığı kusurlar karşısında kendi evladına tavrın gibi, yani hafifçe belki kulağını tutup çekebilirsiniz, azıcık okşayabilirsiniz, “bismillah destur” deyip başına bir şey gelmesin diye elinizle itebilirsiniz; bunları yapmadan da edeceğiniz şeyi edebilirsiniz.. bunlar ayrı bir mesele.. fakat kendi evladınıza gösterdiğiniz aynı şefkati bütün mü’minlere karşı gösterme bir esas olmalı ve bunda kusur edilmemeli. Aynen öyle de -günümüzde de yaşandığı gibi- evladınızın bir meâsîsi, bir mesâvîsi karşısında -yani isyana müteallik bir mesele veya seyyiâta müteallik bir mesele karşısında- hemen vurma, kırma, dövme değil de “Acaba ne yapayım ki ben bunu bundan sıyırayım ve kuve-i maneviyesini kırmayayım, incitmeyeyim, kendime karşı da tepkiye ve reaksiyona sevketmeyeyim!” Bu da şefkatin gereği.
*Şefkat sizin mesleğinizde, hakkı ikame edenlerin mesleğinde, ruh abidelerini ikame etmeye kendini adamış insanların mesleğinde dört esas düsturdan biridir. İki de tâli düstur vardır. “Der tarik-i acz-i mendi lazım amed çâr-ı çîz / Acz-i mutlak, fakr-ı mutlak, şevk-i mutlak, şükr-ü mutlak ey aziz!.” Şefkat ve tefekkür tâli ama çok önemli.
* Şefkat yöntemiyle açılmayacak kapılar yoktur. Hiddetle, şiddetle ve fezâzetle hiçbir problem çözülmez. Şiddet, hiddet, öfke.. bütün bunlar muvakkat birer cinnettir. Cinnetle insanlar tedavi edilemez. Mecnunlar, insanları tedavi edemezler. Aklı başında olmak lazım; o da şiddetten, hiddetten, ğilzetten, fezâzetten, nefretten, kinden, gıybetten, iftiradan, riyadan, süm’adan, hüd’adan, mesaviden tecerrüde vabestedir. Bunlardan sıyrılmamış bir insanın kendi duygu ve düşünceleri çok âli bile olsa, Cibril-i Emin’in dudaklarından dökülmüş lal-ü güher gibi incilerden bile olsa, başkalarına bunları kabul ettirmesi mümkün değil. Şefkat, re’fet ve mülayemet mü’minde bir esas olmalı.
* Kim nasıl davranırsa davransın, başkalarınının muamelesi, dünya görüşü, hayat felsefesi ve konumunu ne şekilde olursa olsun, mü’mine düşen Kur’ânî olmak, Sahih Sünnet çizgisinde hareket etmek ve Raşid Halifelerin yolundan ayrılmamaktır. Bu cümleden olarak insanların ayıplarıyla meşgul olmak kat’iyen doğru değildir.
* “Mü’min kardeşini bir günahla ayıplayan, o iş başına gelmeden ölmez!..” buyuruyor İnsanlığın İftihar Tablosu. Şayet ayıp sadece ayıplamada kalmayıp -hafizanallah- gıybetlere giriliyorsa, bu istikamette bir de olmadık şeyler yapılıyorsa, iftiralarda bulunuluyorsa, nâsezâ, nâbecâ sözler söyleniyorsa.. bir de umum dünyaya yayarcasına, duyururcasına bu mesele icra ediliyorsa, bir de heyetler bu mevzuda gıybet tahtasına, iftira tahtasına raptediliyor, gez-göz-arpacık deyip onlar hedef alınıyorsa -hafizanallah- umumun hukuku söz konusu olması itibariyle âmme hakkıdır, Allah hakkıdır.. onca cemaat haklarını helal etmeyince -ben yine o tabiri kullanmak istemiyorum, başkalarının kullanmasına bağlayarak diyeceğim- eğer benim yerimde başka biri olsaydı, “Böyle densizce yaşayan insanlar, kat’iyen Cennet’e giremezler; başlarını yerden kaldırmasalar bile, İslam adına bazı şeyler yapsalar bile.”
* Koskocaman camiayı, kendini Allah’a adamış insanları.. dünden bugüne -dün belki sadece ehl-i ilhad yapıyordu şimdi asimetrik bir saldırganlık var- bir bitirme cehdi ve gayreti var. Fakat bütün bunlar karşısında sarsılmadan, belki sarsılabilir ama devrilmeden,
رَبَّنَا عَلَيْكَ تَوَكَّلْنَا وَإِلَيْكَ أَنَبْنَا وَإِلَيْكَ الْمَصِيرُ
“Ey Yüce Rabbimiz, biz yalnız Sana güvenip Sana dayandık. Bütün ruh-u cânımızla Sana yöneldik ve sonunda Senin huzuruna varacağız” diyerek, Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)’in cedd-i emcedi Hazreti İbrahim (aleyhisselam) gibi Allah’a dayanıp, sa’ye sarılıp, hikmete râm olmak suretiyle bu dâhiyeleri aşmaya çalışmalı; “Bu da geçer Ya Hû!” demeli, onun geçeceği anı intizar etmelidir.
* Yakışıksız, münasebetsiz şeylere aynıyla mukabelede bulunmamalıdır. Mü’mine “alçak” dememelidir. Bir gün Allah (celle celaluhu) böyle diyeni, gerçekten realite planında alçaltır da tarihe öyle alçalmış olarak kaydedilir. Gelecek nesiller de onu alçalmış bir insan olarak yâd ederler.
* Ayıplarla uğraşmak mü’minin işi değildir. Hem Kur’anın temel disiplinleri, hem Sünnet-i Sahiha’dan çıkan esaslar, hukuk sistemi açısından, fertlerin kusurlarıyla hususi mahiyette meşgul olmanın doğru olmadığını Kıtmir değişik vesilelerle arz etmiştir.
*Nitekim yakın tarihte, Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) Hazreti Mâiz’i, huzurundan üç defa geriye çevirdiğini, dördüncü gelişinde ona şer’î ceza ne ise onu uyguladığını arz etmeye çalışmıştım. Keza arkadan gelen Gâmidiye’li kadını da Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) geriye göndermişti. Fakat onlar ısrarlıydılar. Ancak öyle bir had tatbik edildiğinde arınacaklarına inanıyorlardı. Oysa ki gizli yapılmış günahlarda, İnsanlığın İftihar Tablosu’nun mülahazası da bu istikamettedir; Cenâb-ı Hakk’a teveccüh edersin, tevbede bulunursun derecene göre, inâbede bulunursun derecene göre, evbede bulunursun derecene göre; istiğfar edersin, “Allah’ım bütün müstağfirlerin istiğfarı adedince Sana istiğfar ediyorum” dersin “ve Sana tevbede bulunuyorum, Sen Tevvâb’sın, tevbemi kabul eyle; Sen Münîbsin, inâbeme benim cevap ver; Sen Hazreti Evvâbsın, ne olur benim evbemi kabul buyur.” Bunlar “Zümrüt Tepeler”de geçen, Sofi telakkisiyle, çok farklı Cenâb-ı Hakk’a yönelmenin adları ve unvanlarıdır, erbabı için bunları burada tekrar etmek, açıklamak zaid olur. Şahsî günahlar karşısında yapılması gerekli olan şey, istiğfar, tevbe, evbe ve inabedir. Fert bunu yapar, Cenâb-ı Hakk’ın lütufuyla, keremiyle, rahmâniyetiyle, rahimiyetiyle arınmış olur onlardan. Tevbe bir arınma kurnasıdır. Böylece tertemiz olarak Cenâb-ı Hakk’ın Firdevs’iyle serfirâz olabilir.
* Fakat bazı cinayetler vardır ki bunlar umumun hukukuna tecavüzle oluşmuş günahlardır. Âmme hakkıdır. Âmme hakkı aynı zamanda Allah hakkıdır. İster İslam’ın Hukuk Sistemi, isterse Modern Hukuk Sistemi âmme hakkına taalluk eden meselelerde kat’iyen müsamahaya gitmezler. Umumun hukuku söz konusudur. Umuma ait şeyler çalınmış çırpılmışsa, bunu ne Mecelle kurallarıyla siz şöyle böyle yumuşatabilirsiniz, ne de başka demagojilerle ve diyalektiklerle. Âmme hakkıdır bu. Umumun hukukuna tecavüz edilmişse, bir tek arpa umum milletin hakkıysa, o yenmişse, o mevzuda birisi göz yumuyorsa, o da o haramîlerle müşterek demektir. İşte orada göz yumulamaz. Burada bu göz yummama mevzuunda esas budur, temel budur, usul budur.
* Belki üslupta hata yapılmış olabilir, usul vardır bu mevzuda. A’ya demek, B’ye demek, C’ye demek, bilmem H’ye demek de üsluptur. Fakat hiçbir zaman usul ve esas, üsluba feda edilmemelidir. O mesâvînin üzerinde durulmalı, nasıl yapılacaksa o pisliklerden insanlar arınmaya bakmalıdırlar.
* Suçluluk psikolojisiyle suçlar görünmezden gelinerek harâmîlik, kırk harâmîlik görmezlikten gelinerek, “Acaba bunu kime atfetsek?!.” (bu mevzuda), gündem değiştirerek “Halkın dikkat nazarını kimin üzerine çevirsek ki, bir yönüyle belki halk nazarında bu mesâvîden sıyrılmış olsak?!.” demek.. Bunlar dine karşı diyalektik yapma demektir. Dinin temel disiplinlerine karşı demagoji yapma demektir hafizanallah. Bu da günahı ikileştirme demektir. Bu aynı zamanda toplumun birbirine çok yakın olan parçalarını, moleküllerini birbirinden koparıp atıp işe yaramaz hale getirme demektir. Hafizanallah.
* Bu iki şeyi birbirine karıştırmamak lazım. Mâiz günahıyla, Gâmidiyeli kadın günahıyla, ferdî günahıyla karşınıza çıktığı zaman.. İmam Hâdimî’yle alakalı bir şeyi arz ettiğim zaman dediğim gibi, öyle üç defa dört defa gözlerinin kapağını silerek, “Acaba o mu, değil mi?” diye, hayır bakma! “Lâ havle ve la kuvvete illâ billâh” de. “Allah’ım beni de bunu da mağfiret buyur!” de, çek git arkana bakmadan. Üzerinde durma; fikrinde, korteksinde ona bir yer ayırma. Bir dosyaya yerleştirme onu. Ve gördüğün zaman da kardeşin gibi yine sımsıkı sarıl. Bu ferdî bir hatadır. Fakat öyle hatalar vardır ki, toplumu temelinden sarsar. Onlara karşı müsamahalı olursanız, onların yaygınlaşmasına, bütün bütün o denâetlerin bütün toplumu sarmasına sebebiyet vermiş olursunuz. Bu açıdan da ister İslâmî Hukuk Sistemi, isterse de Modern Hukuk Sistemi o mevzuda işleyerek, akı ak, karayı kara olarak ortaya koyması lazım.
* Bir şey olmuştur; ayetin ifadesiyle “Allah mü’mini aka çıkarır, temizler, paklar; bir yönüyle de öbürlerini eler, döker, onlar da elenmiş olurlar.” Hazreti Pir’in ifadesiyle, elmas ile kömür birbirinden ayrılmış olur. Elması, kömürü birbirinden ayırmadığınız zaman, elmasa bile onun yanında durduğundan dolayı, kömür nazarıyla bakılır.
* Önemli olan arınmadır. İçindeki o pislikleri atarak, “Aktım, ak olmaya çalışıyorum, inşaallah hep ak kalacağım!” mülahazasına bağlı daha farklı stratejilerle, daha insancıl tavır ve davranışlarla, daha şefkatli bir muameleyle!.. Başkalarını da boy hedefi göstererek toplum nazarında bir kısım karanlık kalemlerle onları karalamak suretiyle teselli olmak, bu dünyada bir şey olsa bile öbür tarafta hiçbir işe yaramaz. Çünkü mesâvîyi Allah biliyor, harâmîliği Allah biliyor, hırsızlığı Allah biliyor, rüşveti Allah biliyor. Öbür tarafta teker teker tek arpadan hesap sorma esprisine bağlı olarak hepsinin hesabını Allah sorar.
* Burada bir şey demek aklıma geliyor. Şimdiye kadar hiç dememiştim. Eğer bu mevzuda bir kısım arkadaşlar kendilerine verilen imkanlarla.. Onlar nisbet yapıyorlar, falan filan diyorlar, f diyebilirler, g diyebilirler, ç diyebilirler, d diyebilirler.. diyorlar.. bulaştı bulaşmadı mülahazasıyla, belki cinayet sayılabilecek bir kısım icraatta bulunuyorlar. Şöyle demek geliyor yani içimden.. demeden kendimi alamayacağım. Hiçbir zamanda demek istemediğim bir şeyi demek geliyor içimden. Yoksa Doktor İkbal gibi, Hazreti Pir-i Muğan gibi, tel’ine, bedduaya “amin” dememek, onları etmemek genel şiarımızdır. Fakat eğer hakikaten bu olumsuz şeylerin üzerine giden arkadaşlar, kimse onlar tanımıyorum, binde birini bile tanımıyorum. Bu işin üzerine “Hukukun ve aynı zamanda sistemin, dinin ve aynı zamanda demokrasinin gerektirdiği şeyler bunlardır.” deyip arınma adına, yıkanma adına, temizlenme adına, kirlerin öbür tarafta kalmasına meydan vermemek adına bir şey yaparken dinin ruhuna aykırı bir şey yapmışlarsa… bize de nisbet ediyorlar, dolayısıyla ben bizi de onların içinde görerek diyorum, dinin ruhuna aykırı bir şey yapmışlarsa, yaptıkları şey Kur’an’ın temel disiplinlerine aykırıysa, Sünnet-i Sahiha’ya aykırıysa, İslam’ın hukukuna aykırıysa, modern hukuka aykırıysa, günümüz demokratik telakkilere aykırıysa.. Allah bizi de onları da yerlerin dibine batırsın, evlerine ateş salsın, yuvalarını başlarına yıksın. Ama öyle değilse, hırsızı görmeden hırsızı yakalayanın üzerine gidenler, cinayeti görmeyip de masum insanlara cürüm atmak suretiyle onları karalamaya çalışanlar.. Allah onların evlerine ateşler salsın, yuvalarını yıksın, birliklerini bozsun, duygularını sinelerinde bıraksın, önlerini kessin, bir şey olmaya imkan vermesin.
* Dememiştim, demeden edemedim. O kadar diş gösterildi, o kadar salya atıldı, o kadar kimse tahrik edildi, o kadar o twitterlerde o mel’un düşünceler bir yönüyle vizesiz rahat dolaştı ki, demeden edemedim. Şimdiye kadar demediğimi dedim.
* Allah her şeye nigehbân. Dünyada kıtmir gibi insanların bir dikili taşı olmadı. Altmış senedir değişik imkanlar onun da önüne geldi. Allah’a hep dua ettim, “Allahım, kardeşlerimi birilerinin iş yerinde, fabrikalarda çalışmadan halas eyleme. Allahım, beni onlarla utandırma.” dedim. İşçi olarak çalıştılar, işçi olarak emekli oldular ve hiçbir şeye sahip olmadılar. Çoğu kira evinde oturuyorlar. Kendi adıma da öyle düşündüm, onlar adına da öyle düşündüm. Cami penceresinde üç sene yatarken esasen, işte o dünyanın metaına temas etmemek için, altı sene bir tahta kulubede döşeksiz yatarken, dünya mal u menaline meyletmemek için aynı şeyleri yaptım. Allah buna şahit. Ama başka türlü harâmîlik yapıp, milletin malına menâline el uzattıkları halde hala müslüman olarak görünüyorlarsa öbür tarafta neyin ne olduğu belli olacaktır.
* Gönül çalabın tahtı / Çalab gönüle baktı / Kim gönül yıktıysa / O iki cihan bedbahtı. Bir sürü mü’minin gönlünü yıktılar. Kendimizi de istisna etmedim. Haksız kimse, o mutlaka cezasını bulacaktır.
12 Aralık 2013 Perşembe
Muhasebe ve İstiğfar

Soru: Değişik bela ve musibetlere maruz kalındığında, imtihan sürecinin mümine yakışır bir şekilde atlatılabilmesi adına hangi ölçülere dikkat edilmelidir? Cevap: “Sana gelen her iyilik Allah’tandır. Başına gelen her fenalık ise nefsindendir.”(Nisâ sûresi, 4/79) fermanına inanan bir insan, karşısına çıkan her bela ve musibeti öncelikle kendi işlediği hata ve günahlara vermelidir. Mesela, yürürken elindeki bardak veya tabak yere düşse, bunu kendinden bilmeli, o andaki tahayyül, tasavvur veya taakkul dünyasındaki bir inhirafa vermeli ve şöyle demelidir: “Acaba ben huzur-u kibriyaya yakışmayan ne gibi bir halt karıştırdım ki böyle bir sıkıntıya maruz kaldım?” Çünkü kâinattaki hiçbir hadisede rastlantı yoktur. Dikkatli bir nazarla hayat süzüldüğünde görülecektir ki, esasında çok küçük musibetler bile birer ikazdır ve her hadisenin bir sinyal yanı vardır. İnsan o ikazı anlayabilir, Allah’a teveccüh eder ve o belaya kefaret olabilecek bir hayır ortaya koyarsa, bunlar, Allah’ın inayetiyle daha büyük kaza ve belaların def edilmesine vesile olur. Evet, o türlü musibetler hem birer sinyaldir, hem de aynı zamanda birer kefarettir. Mesela, kırılan bir bardak, bir bela ve musibet zincirini kırmış ve günahları da temizlemiş olabilir. Nitekim bir hadis-i şerifte, “Müslüman’ın başına gelen hiçbir yorgunluk, hastalık, keder, üzüntü, eziyet, gam ve hatta ayağına batan diken yoktur ki Allah onunla günahlarından bir kısmını bağışlamasın.” (Buhari, Merdâ 1; Müslim, Birr 49) buyrulmaktadır. Hakiki Suçluyu Bulma Yolunda Vakıa biz, meydana gelen hadiselerin arkasındaki sebepleri her zaman açık ve net bir şekilde göremeyiz. Fakat inanan bir gönül, kapalı bir kutu halinde ansızın önüne çıkan hadiselerde bile, öncelikle kendi hata ve kusurlarını araştırmalıdır. Zira suçu kendinde arayan bir insan, hakiki suçluyu bulma adına çok önemli bir adım atmış olur. Yoksa suçluyu hep dışta arayanlar, ömür boyu bu aramalarını sürdürseler dahi yine de hakiki suçluyu bulamaz, başkalarını tecrim etmekle ömürlerini tüketirler. Konuyla alakalı bir ifadesinde Hazreti Pîr şöyle diyor: “Bana zulüm ve işkence yaptıklarının hakiki sebebini şimdi anladım. Ben kemal-i teessürle söylüyorum ki, benim suçum, hizmet-i Kur’aniyemi maddî ve mânevî terakkiyatıma, kemalâtıma alet yapmakmış.” Kemal insanının sarf ettiği bu sözler, onun muhasebe derinliğini göstermektedir. Bununla birlikte onun bu sözlerinden anlıyoruz ki, iman ve Kur’an’a yapılan hizmet, varidat ve mevhibelere mazhar olma, velilik mertebesine erme gibi maksatlara alet yapılmamalı; hatta cennete girme, cehennemden uzak kalma gibi ulvî gayelere dahi vasıta kılınmamalıdır. Şayet bunlar gaye-i hayal haline getirilirse, yapılan iş dinamitlenmiş olur. Bizim evvelen ve bizzat talebimiz ihlâs ve rıza-i ilahi olmalıdır. Ne cennet sevdası ne de cehennem korkusu hakiki ubudiyetin önüne geçmemelidir. İhlâslı yapılan amellerin karşılığını zaten Allah fazlasıyla verecektir. Allah nezdindeki nimetler sayılamayacak kadar çok, bizim ibadet u taatimiz ise sınırlıdır. Cihan hükümdarı olsanız ve trilyonlarınız bulunsa bile, verirken yine de korkarsınız. Çünkü verdiğiniz ölçüde elinizdeki eksilecektir. Fakat Allah’ın niam-ı sübhaniyesi o kadar çoktur ki, nimetlerin bir istatistiğini çıkarmaya çalışsanız katiyen bu işin altından kalkamazsınız. Bu açıdan sizin istedikleriniz, O’nun lütfedeceklerinin yanında çok küçük kalacaktır. Şikâyetin Her Türlüsünden Sakınmalı Başlarına gelen bela ve musibetlerin gerçek sebeplerini göremeyenler, Allah’ı insanlara şikâyet etme manasına gelecek sözler sarf etmeye başlarlar. İnsanın, ihkak-ı hak mülahazasıyla, kendisini haksızlığa uğratanları, yetkili mercilere veya kamuoyuna şikâyet etme hakkından bahsedilebilir. Başka bir ifadeyle, kendisine zulmedildiğini düşünen bir insan, o zulmü yapanları Hakk’ın ve halkın re’yine şikâyet ederek, Hakk’ın hükmünü vermesini ve halkın da diyeceğini demesini bekleyebilir. Fakat bir insanın, hiçbir şekilde, hiçbir zaman Allah’ı başkasına şikâyet etmeye hakkı olamaz. Değil sarih beyan, insanın başına gelen bela ve musibetlerden dolayı oflayıp puflaması dahi Allah’ı şikâyet sayılır. Dolayısıyla şikâyet manasına gelecek sarih/zımnî her türlü söz ve tavırdan uzak durmak gerekir. Maruz kalınan bela ve musibetleri insanın kendinden bilmesi ise, ciddi bir muhasebe duygusuna; bu ise gönülde oturaklaşmış sağlam bir iman-ı billah ve ahiret inancına bağlıdır. Hazreti Ömer’e nispet edilen bir sözde حَاسِبُوا أَنْفُسَكُمْ قَبْلَ أَنْ تُحَاسَبُوا “Hesaba çekilmeden önce kendinizi hesaba çekiniz.” buyrulmaktadır ki, bu da, nefis muhasebesinin öte dünyadaki hesaba çekilme inancıyla doğrudan doğruya irtibatlı olduğunu göstermektedir. Zaten büyük zatların evrad ve ezkarına bakıldığında, mahkeme-i kübrada hesap verme endişesinden kaynaklanan ciddi bir nefis muhasebesiyle hayatlarını geçirdikleri görülür. Mesela Hazreti Şah-ı Geylânî’nin sadece tek bir virdi içinde kendini yerden yere vurup nefsiyle hesaplaşmasını belki biz bir ömür boyu yapmamışızdır. Ebu’l-Hasan eş-Şazilî Hazretleri, “Sen şusun, sen busun” diyerek ciddi şekilde kendisini levmettikten sonra “Sen’in kapına benim gibi daha niceleri geldi ve boş dönmediler” ifadeleriyle reca kapısını da kapatmayarak Allah’tan af ve mağfiret diler. Hasan Basrî Hazretleri’nin Kulûbü’d-dâria’da yer alan üsbûiyesi de bu konuda örnek alınması gereken önemli bir virddir. Haftanın her günü için hususi bir vird ayıran bu abide şahsiyet, orada kusurlarını sayıp dökmede adeta biri bin yapar. Sahabî memesinden süt emmiş, tabiînin serdar-ı ekberlerinden birisi olan, Basra’da değişik batıl mezheplere karşı göğsünü gererek “Burası çıkmaz sokak” diyen, denilebilir ki, rüya ve hayallerine bile günah girmemiş olan ve Ebu Hanife’nin kendisinden çok istifade ettiği bu kahraman-ı zîşan, günah ve kusurlarını öyle büyüterek ifade eder ki, bu ifadelerine bakınca siz onu dünyada günah işleyen insanların en kötüsü zannedersiniz. Adeta batmış, iflas etmiş bir insanın ses ve soluğuyla Cenab-ı Hakk’a teveccüh eder, sanki sürekli günah işleyen biriymiş gibi, her gün bir kez daha nefsiyle hesaplaşmaya durur. İstiğfarı Netice Veren Muhasebe Duygusu Muhasebe şuuruyla hata ve kusurlarının farkında olan bir insan netice itibarıyla tevbe ve istiğfara yönelir. Cenâb-ı Hak, Furkân Sûresi’nde, birçok mesavii sayıp, bunları irtikâp edenlerin azaba müstahak olacağını beyan buyurduktan sonra, bu tür kötülükleri işlemiş olsalar dahi, yeniden Allah’a teveccüh eden tevbe kahramanlarının mazhar olacağı muameleyi şu âyetle müjdeler: إِلَّا مَنْ تَابَ وَآَمَنَ وَعَمِلَ عَمَلًا صَالِحًا فَأُولَئِكَ يُبَدِّلُ اللَّهُ سَيِّئَاتِهِمْ حَسَنَاتٍ وَكَانَ اللَّهُ غَفُورًا رَحِيمًا “Günahlardan vazgeçip Hakk’a yönelen, gönülden iman eden, sonra da salih amel işleyenler bundan müstesnadır. Allah onların seyyiâtını hasenâta tebdil eder. Çünkü Allah gafûrdur, rahîmdir.” (Furkân Sûresi, 25/70) Bu âyet-i kerimeye göre günah ve hatalarla ruhen deformasyona uğrayan bir insan, hemen tevbe ve istiğfar eder, ciddî bir arınma gayreti gösterir, imanını yeniler ve salih amele yönelirse, Allah Teâlâ onun seyyiâtını hasenâta çevirecektir. Evet, Cenab-ı Hak, insanın eliyle, ayağıyla, gözüyle, kulağıyla, yüz işmizazları ve mimikleriyle vs. ne kadar işlediği günah varsa onları silecek ve onların yerine hasene yazacaktır. Bu âyet-i kerimeye Hazreti Pir farklı bir şekilde yaklaşarak, insandaki sonsuz şer kabiliyetlerinin hayır kabiliyetlerine tebdil edileceğini ifade etmiştir. Demek ki, tevbe, inabe ve evbe ile Allah’a teveccüh etme, insan tabiatındaki masiyete açık yanların iyilik ve güzellik istikametinde tebeddüle uğramasını netice vermektedir. İstiğfar: Yeniden Dirilişin Âb-ı Hayatı Allah Resûlü (aleyhissalâtü vesselâm) istiğfarın ehemmiyetini, مَنْ أَحَبَّ أَنْ تُسِرَّهُ صَحِيفَتُهُ فَلْيُكْثِرْ فِيهَا مِن الْاِسْتِغْفَارِ “Kim amel defteriyle mutlu olmak isterse, oraya çok istiğfar yazdırsın.” (Kenzü’l-ummâl, 1/475, hadis no: 2065) ifadeleriyle açıklamıştır. Kendisi de o ufkun en zirvede kahraman-ı zîşânı olan Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-Enâm (aleyhi efdaluttahiyyât ve ekmelütteslîmât), günde yüz defa istiğfar ettiğini beyan buyurmuştur. Bu durumu, O’nun marifet ufku itibarıyla sürekli terakkisine verebileceğiniz gibi, rehberliğine de bağlayabilirsiniz. Zira bir toplumun, bir heyetin önünde bulunan insan, iyi veya kötü, bütün tavır ve davranışlarıyla arkasındakilere örnek teşkil eder. Mesela, bir kurumun başında bulunan bir idareci, kurduğu menfaat çarkıyla sürekli kendi menfaatlerini takip edip durduğunda, arkasındaki insanları da haramiliğe sürükler. Aynen öyle de, sürekli hayır ve hasenat peşinde koşan bir rehber, arkasındaki insanların hayra yönlendirilmesinde çok önemli bir müşevvik olur. İşte bu açıdan bakıldığında denilebilir ki, kendisine tâbi olanları meleklerin pervaz ettiği ufuklara yükselten Allah Resûlü (aleyhissalâtü vesselâm) günde yüz defa istiğfar ediyordu. Esasında, hangi seviyede olursa olsun, sorgulayıcı bir nazarla sergüzeşt-i hayatına bakan bir insan, orada “estağfirullah” diyeceği pek çok hata ve kusur bulabilir. Mesela bir yerden bir yere giderken gözüne bir haram ilişmiş olabilir. Kendisine, birisinin güzel sıfatlarından bahsedildiğinde bundan rahatsızlık duyarak, ona bir laf çarpmış olabilir. Başka bir zaman gıybet bataklığına düşmüştür de belki farkında bile değildir. İşte insan bu gibi günahların her birinin tek başına insanı batırabileceğini düşünmeli ve derhal istiğfara yönelmelidir. Hazreti Pir, “Hazer et, dikkatle bas, batmaktan kork. Bir lokma, bir kelime, bir dane, bir lem’a, bir işarette, bir öpmekte batma. Dünyayı yutan büyük letâiflerini onda batırma.”diyerek, küçük gibi algılanan günahların bile insanı batırabileceğine dikkatleri çekmiştir. İnsanlar dünya işlerini bile ciddi bir hesaba bağlı götürüyorlar. Mesela, yeni bir iş kuracakları zaman ciddi araştırmalar yapıyor, ona göre yatırımda bulunuyorlar. Daha sonra yaptıkları işin aylık hesabını tutarak girdi ve çıktılarını kontrol ediyor ve böylece işlerinin rantabl gidip gitmediğinin takibini yapıyorlar. Şimdi, gelip geçici olan dünya işleri bile bu kadar hesap kitap istiyorsa, ebedî hayatın çok daha ciddi bir hesaba bağlı götürülmesi gerekmez mi? Burada konuyla alakalı bir hususu daha hatırlatmakta fayda mülahaza ediyorum. Hazreti Pîr “Dua ve tevekkül meyelan-ı hayra büyük bir kuvvet verdiği gibi, istiğfar ve tevbe dahi meyelan-ı şerri keser, tecavüzatını kırar.” der. Yani tevbe ve istiğfar insandaki olumsuzluğa açık olan eğilimlerin önüne geçeceği, ondaki hata ve günahların başına bir balyoz gibi inip onların iflahını keseceği gibi, dua da insandaki hayır eğilimlerini güçlendirecektir. Bu açıdan bir taraftan tevbe ve istiğfar ile, diğer yandan da dua kanadıyla hareket eden bir insan, Allah’ın izni ve inayetiyle, amudî olarak evc-i kemalat-ı insaniyeye çıkarak kendisini İnsanlığın İftihar Tablosu’nun ayaklarının dibinde bulabilir. Fakat şunu da ifade edelim ki, keşke insan kalbî ve ruhî hayatın restorasyonuyla uğraşacağına daha baştan bunların tahribatını engelleyecek setler teşkil etse! Çünkü tahrip olan bir şeyin sonradan restorasyonu çok zordur. Daha önce de arz etmişimdir. Edirne’ye gittiğimde Selimiye Camii’nin restorasyon çalışmaları başlamıştı. Edirne’de kaldığım altı yedi senelik süre içerisinde Sarı Selim’in altı senede yaptırdığı bu camiin restorasyonu bitirilememişti. Çünkü bozulan bir şeyi hüviyet-i asliyesine irca etmek, onu yeniden inşa etmekten çok daha zordur. Evet, günahlarla deformasyona uğrayan bir insanın tekrar formunu yakalayabilmesi zannedildiği kadar kolay değildir. O halde insan daha başta tahribata karşı kapalı bir hayat yaşamaya çalışmalı ve günahlara karşı sürekli teyakkuz halinde bulunmalıdır. Ayrıca istiğfarla ilgili Fethullah Gülen Hocaefendinin şu kısa sohbetini de dinleyebilirsiniz...
www.herkul.org
8 Aralık 2013 Pazar
Arz-ı Hâl – Dua Zamanı 2

Dua Zamanı-1
Aciz, fakir, muhtaç ve kendine yetmediğinin şuurunda olan kulun; tazarru, tezellül ve alçak gönüllülük içinde Rahmeti Sonsuz'a yönelip, hâlini O'na arz ederek istediklerini O'ndan istemesinin ayrı bir unvanı sayılan dua, kulun Rabbine karşı iman, güven, itimat ve tevhid telâkkisinin bir gereğidir. Bu mülâhazalar çerçevesinde O'na yönelen kul, sımsıkı havf u reca duygularına kilitlenir; "Başkalarının nazarlarından uzak, gönülden sadece Rabbine yalvarır ve gizliden gizliye O'na dua eder."1 Bu mazmuna bağlılık duada bir esastır ve bu esas ancak Şâri'in açıp genişletmesi ölçüsünde, açıp genişlettiği yerlerde tecviz, hatta teşvik edilebilir.
Allah bize, "Hem endişe içinde hem de ümitlerle dopdolu olarak yalnız O'na yalvarın; bilin ki, O'nun rahmeti, kalbleri ihsan şuuruyla çarpan kimselerle beraberdir."2 ferman ederek, hem teveccüh edeceğimiz kapıyı gösterir hem de o kapının önünde durmanın adabını öğretir.
Aslında, her hâlimizde O'na yönelmek, O'na el açmak, dert ve elemlerimizi O'na şerh etmek hem bir mazhariyet ve ilk mevhibe, hem de Hakk'ın cevabî teveccühleri adına atılmış önemli bir ilk adımdır. O, "Kullarım Bana isteklerini yöneltirlerse, bilmelidirler ki, Ben yakınlardan yakınım; Bana dua ile yönelenin duasına icabet ederim."3 buyurur. Elverir ki, bu iç dökme ve yakarış "Siz, dua ve niyazlarınızı gönülden, hâlisane ve Hak rızasına bağlayarak yapınız."4 medlûlü çizgisinde icra edilsin. Evet, halk içinde bağırıp çağırarak başkalarına duyurma, gösterme yerine, duyması ve görmesi mânâlar üstü mânâ ifade eden Hazreti Allâmü'l-Guyûb'a, hem de tamamen halka kapalı ve O'na açık bir hâl ve atmosfer içinde, nefeslerimizi gizlilik ve içtenlikle derinleştirerek arz etmeliyiz ki, O'na iç dökmemiz gizliliğin büyüsünü taşısın ve sesimizi-soluğumuzu başka mülâhazaların şerareleri kirletmesin...
Başka her şeye kapanıp içini sadece O'na açan, hâlini O'na şikâyet eden, hep O'na yakın durmanın insiyakları içinde bulunur ve O'nun dergâhından eli boş dönmez. Evet, insan ihtiyaçlarını, onları karşılayabilecek birine açmalı; belâ-yı dertten "âh" edecekse, derde derman bir hekimin yanında inlemeli.
Kul, efendisine arz-ı hâlde bulunacaksa, ağyâra bütün bütün kapanarak, aklıyla, şuuruyla, hissiyle hep O'na açık durmalıdır; durmalı, sesini-sözünü O'na göre ayarlamalı ve kendine yakınlardan daha yakın birinin huzurunda iç çektiğini düşünerek nağmelerinden ses ihtizazlarına, tavırlarından mimiklerine kadar her hâliyle bir temkin örneği sergilemelidir.
Kime el açtığının farkında olan bir sadık kul, düşünce ve dualarını niyeti ve içtenliğiyle sık sık kalibrasyondan geçirir; ifade ve hislerini her türlü şerareden arı-duru tutmaya çalışır ve duymasını istediğinden başkalarının duymalarına karşı âdeta dilsiz kesilir. Yer ve zamana göre kendi sesini ve kendi sözlerini kendinden bile kıskanır.
Bir kulun, dua ve niyazlarını hâlinin safvetine bağlamasının yanında, nabızlarının "Allah Allah" diye attığı dakika ve saniyeleri kollaması; mübarek gün ve geceleri ilâhî mevhibelere açık kutlu vakitler sayarak dolu dolu yaşaması; ve bilhassa, Hak rahmeti sağanaklarının nüzûl emare ve işaretleri sayılan namaz saatlerini, iftar zamanlarını, secde ve rükû hâllerini santim zayi etmeden değerlendirmesi; sonra, arzu ettikleri olmuş-olmamış, şartlar aleyhine dönmüş veya lehinde cereyan etmiş, ciddî bir vefa hissiyle ara vermeden yaptıklarını devam ettirmesi hem duanın kabulü için bir esas hem de sadakat ve samimiyetin gereğidir.
Hakk'a inanan bir insan için, yaz gününü kar bastırmış, baharı hazan vurmuş, gündüzler kör kabirler gibi kararmış, her tarafı çeşit çeşit karakura basmış hiçbir önemi yoktur; Allah, "Siz, muztar kalıp ıztırar diliyle dua ettiğinizde, sizi kara ve denizlerin karanlıklarından kurtaran kim?!."5 diyerek kendini, gücünün her şeyi ihatasını hatırlattıktan sonra ne önemi var zalâm zalâm üstüne dört bir yanın kararmasının?. ne önemi var, Kudreti Sonsuz "Çaresiz kalıp da O'na yalvaranın duasını kabul ederek sıkıntılarını gideren Allah'tan başka kimdir?"6 deyip mevcudiyetini vicdanlarımıza duyurduktan sonra!
Kur'ân, varlığın tercümesi, hâdiselerin tercümanı, makro ve mikro âlemlerin müfessiri, bu dünyada âlem-i gaybın lisanı, insanoğluna İlâhî iltifatların senedi, İslâmiyet'in özü, esası, nur ve ziyası, uhrevî âlemlerin haritası ve ona inananların vesile-i saadeti olduğu gibi aynı zamanda açık-kapalı, doğrudan doğruya ve dolaylı olarak bir dua mecmuasıdır.
Kur'ân, Fatiha sûresiyle lâl ü güherlerini saçmaya başladığı andan itibaren, hamd ü senâ ile bir dua mukaddimesi vaz'eder ve sırat-ı müstakîm talebiyle işe başlar. Bakara sûre-i celîlesi, zımnî dua şivelerinin arasında sesini sarahatinin nağmeleriyle yükselterek "Rabbimiz, bize dünyada da ahirette de hasene ihsan eyle!"7 der ve bizi duaya çağırmanın yanında, Cenâb-ı Hak'tan ne istenileceği konusunda da irşad eder. Birkaç sayfa sonra, "Rabbimiz! Üstümüze sağanak sağanak sabır yağdır, ayaklarımızı sabit kıl, kaydırma ve kâfirler güruhuna karşı bize yardım eyle!"8 istimdat edâlı beyanıyla, zor şartlar altında mü'minlere sığınacakları sera ve siperleri gösterir.
Daha bir sürü dua televvünlü beyandan sonra sûrenin Miraç armağanı son âyetinde "Rabbimiz! Eğer unuttu veya hata ettiysek, bundan dolayı bizi muâheze etme. Rabbimiz! Bizden öncekilere yüklediğin gibi ağır yük yükleme. Rabbimiz! Güç yetiremeyeceğimiz şeylerle bizi sorumlu tutma. Bizi affet; kusurlarımızı bağışla; bize merhamet buyur; Sen bizim Mevlâmızsın, kâfirlere karşı bize yardımda bulun."9 ifadeleriyle daha şümullü bir çerçevede, her zaman vird ü zebanımız olması gereken bir dua ve niyazı ihtar eder. Âl-i İmrân sûresinin ilk sayfasında "Rabbimiz, bizi hidayete erdirdikten sonra kalblerimizi "zeyğ"e uğratıp kaydırma ve nezd-i ulûhiyetinden bizlere hususî rahmette bulun."10 diyerek mü'minler için en hayatî bir duayı hatırlatır. Birkaç âyet sonra "Ey Rabbimiz! Bizler Sana inandık, günahlarımızı bağışla; bizi Cehennem azabından koru."11 çığlıklarıyla el açıp yalvaran müttakilerin niyaz ve teveccühlerini referans göste-rerek bizi bir kez daha duaya çağırır. Birkaç makta' sonra havarîlerin, "Ey Rabbimiz! Biz Sen'in indirdiğin kitaba iman edip gönderdiğin elçiye tâbi olduk; bizi Hakk'ın şahitleri olarak kaydet ve tesbit buyur."12 şeklindeki, içinde sorumluluk da bulunan yakarışlarına dikkatlerimizi çeker. Sonra nebiler çevresinde saf bağlayıp mücadele veren "ribbiyyûn"un "Ey Rabb-i Kerimimiz! Günahlarımızı ve bilmeyerek içine düştüğümüz aşırılıklarımızı affeyle; bizleri doğru yolda sabit-kadem kıl ve küfr ü küfran içindekilere karşı bize yardımcı ol."13 diyerek bu defa da rabbanilerin dilinden bir dua armağan eder. Sûrenin sonuna doğru açtığı tefekkür faslını "Ey Rabbimiz! Bizler 'Rabbinize inanın!' deyip imana çağıran, iz'âna davet eden münâdîyi işittik ve ona icabet ettik. Artık Sen de bizi affeyle, kusurlarımızı bağışla, (canımızı alırken de) bizi ebrar sırasında vefat ettir."14 fermanıyla, içinde hüsn-ü akıbet dileği de bulunan bir niyazla noktalar. Kendi kendine haksızlık ettiği mülâhazasıyla ürperen gönüllerin "Rabbimiz nefsimize zulmettik, şayet kusurumuzu bağışlayıp bize merhamet buyurmazsan apaçık maruz-u hüsran oluruz."15 inkisar içinde sızlanışlarıyla ruhlarımıza ra'şeler salan farklı bir çığlığı hatırlatır. "Rabbimizin ilmi her şeyi kuşatır. Biz de yalnız Allah'a dayanırız. Ey Rabbimiz! Bizimle şu 'münkir' topluluk arasında artık ver o âdil hükmünü; (ver de) haklı-haksız açığa çıksın."16 gayretullaha çağrı edalı beyanla, bütün bütün küstahlaşmış inkârcı bir toplum karşısında, gönlü itmi'nanla çarpan, dili ihkak-ı hak mırıldanan bir nebinin teslimiyet derinlikli yakarışlarıyla ruhlarımıza farklı bir talep üslûbu fısıldar.
Kur'ân, sık sık, biraz da konumlarına göre, nebilerin yakarışlarından, iç çekişlerinden ve yardım taleplerinden, "Velimiz Sen'sin, yarlığa bizi.."17, "Rabbimiz! Bizi o zalimlerin zulmüne maruz bırakıp işkence etme.."18, "Sen bütün noksan sıfatlardan münezzehsin; doğrusu ben kendi kendime zulmettim, affını bekliyorum"19 ... dar çerçeveli kareler sunar ve açık-kapalı yüzlerce âyetle bizi kendimizi sorgulamaya, arz-ı hâle, olumsuz yanlarımızdan dert yanmaya çağırır; çağırır ve duanın, konumuna göre belli sorumlulukları olanlara bir güç kaynağı, günaha girmiş olanlara bir arınma kurnası, darda kalmışlara bir çare, musibetzedelere bir inayet eli, acz u fakr ve ihtiyaç içinde kıvrananlara bir hazine anahtarı, dertmend olanlara bir tabip, ümidini yitirenlere bir reca esintisi, mazlumlara-mağdurlara da bir havale çağrısı olduğunu gösterir. Dünya gailelerinden ve ukbâ endişelerinden kurtulma adına hep dua ve tazarruu nazara verir ve onu gönlünün gözleriyle süzüp, ruhunun diliyle mırıldananları sürekli Hakk'a teveccüh ve niyaz koylarında gezdirir.
Kur'ân'ın bu dua televvünlü ufkuna muhâzi olarak, dua, tazarru ve niyaz sultanı Efendimiz'in hayat-ı seniyyeleri de âdeta bir yalvarış ve yakarış dantelâsı mahiyetindedir; O, sabah kalktıklarında, akşamı idrak ettiklerinde, geceleri Hak karşısında divan durduklarında, abdeste yöneldiklerinde, namaza yürüdüklerinde, bu miraç ölçüsündeki ibadeti eda esnasında, ezanı dinlediklerinde, kametle kıyam ettiklerinde, Hakk'a kurbet vesilesi sayılan her ibadetin içinde ve sonunda, yeme-içme, uyuma, yolculuğa çıkma, seferden dönme, düşmanla karşılaşma, arzî ve semâvî belâ ve musibetlere maruz kalma esnasında, sürpriz vak'alarla karşılaştığında, harika hâdiseleri müşâhede anında, hastalık ve rahatsızlıklara müptelâ olduğunda, keder ve sevinç vesilelerinin zuhuru hengamında hep el açar, Rabbine yönelir; yerinde şükür ve senâlarla gerilir, yerinde tazarru ve niyazla iki büklüm olur ve sürekli O'na yalvarırdı. Bu icmâlin tafsil ve teferruatını dua mecmualarına havale ederek geçiyorum.
Dua, Hakk'ın tükenmez hazinelerinin sırlı bir anahtarı; fakir, yoksul ve kalbi kırıkların istinatgâhı ve ıztırarla kıvranıp duranların da en emin sığınağıdır. Bu sığınağa adım atan, o sihirli anahtarı elde etmiş sayılır; onun vesayetine dehalet eden fakir, miskin, âciz ve muhtaçlar da umduklarını elde etmiş olurlar.
Gök ehlince elden ele dolaşan dua, bir muztarrın tavır ve davranışlarıyla sergilediği hâl duasıdır. Sıkışmış, canı gırtlağına gelmiş bir perişan ve muzdariptir ki, O'na yönelip düşünürken, içini O'na dökerken, ne deyip ne ettiğinin, nerede durup ne istediğinin farkındadır. Böyle birinin duasıyla, gözleri kurumuş sema beklenmedik şekilde salar gözyaşlarını ve ağlamaya durur. Çevreyi tehdit eden hortumlar yol değiştirir, her şeyi alabora eden dalgalar diner ve selâmet ufku görünür. Kırılan faylar sürpriz kararlara teslim olur ve faylardan boşalan gazlar atmosfer içinde eriyip gider. Böyle bir duanın meydana getirdiği meltemle arz dirilir, feza aydınlanır. Sineler inşirahla atmaya başlar; otlar-ağaçlar semâa kalkar; güller-çiçekler etrafa tebessümler yağdırmaya durur.
Dua, sebepler üstü kutsal bir talebin Yüceler Yücesi'ne arzı ve Hakk'ın gizli-açık her şeye nigehban bulunmasına iz'ânın da bir unvanıdır. İnsanlar, cinler ve melekler bilhassa iktidar ve ihtiyarlarını aşan bütün konularda -sebepler dairesinde esbâba riâyet mülâhazası mahfuz- ellerini O'na açar.. içlerini O'na döker.. nâçâr kaldıkları yerde "çare" der inler.. dertlerine derman arayanlar da dermanı O'ndan bekler ve her zaman gönül gözleriyle günebakan çiçekler gibi O'na bakar ve O'nunla muamele içinde bulunurlar.
Ey çaresizler çaresi! Sebeplerin sukut ettiği, içtimaî ahvalin boz-bulanık bir hâl aldığı, her yanda zalimlerin "hayhuy"unun duyulduğu, yığınların çaresizlikle kâh sağa, kâh sola toslayıp durduğu şu karanlık günlerde, zulmet zulmet içinde kıvrananlara nezdinden bir ışık gönder.. sonsuz kudretinle bütün zulüm ve haksızlık ateşlerine bir su serp.. şeytanın ocaklarını söndür ve iblislerin boyunlarına çözemeyecekleri tasmalar geçir. Ufuklarımızdaki ilham esintileri bir yere takıldı, gönüllerimizde heyecanlar söndü, dillerimizde bir kekemelik var; rahmet ilinden bize dirilten bir meltem gönder.. hakkındaki recâ ve hüsnüzannımızı rahmetinin serhaddine ulaştır ve bizi o ufkun ümitli dilencileri kabul ederek gönüllerimizi imanî heyecanla şahlandır ve dillerimizdeki bağları çöz; çöz ki hâlimizi arz ederken yeni bir günah işlemeyelim.
Mücrimiz, düşkünüz, derbederiz. Ve yakın tarihimiz itibarıyla hiç bu kadar dağılmamış, bu kadar zaafa düşmemiş, bu kadar Sen'den uzak kalmamış; sürekli "Sen Sen" diyenler dahil asla bu ölçüde Sensizlik yaşamamıştık.
Ey talihsizlerin sığınağı, ey âcizlerin güç kaynağı, ey dertlilerin tabibi ve ey yolda kalmışların hâdîsi ve yol göstereni! Bir kere daha Sana dehalet ediyor ve içimizi son bir kez daha Sana döküyoruz. Boş şeylerin arkasından koşup durduk; olmayacak hülyalara gönül bağladık. Ümit ettiklerimiz yüzümüze bakmadı ve bel bağladıklarımız asla bizi umursamadı. Bugüne kadar Sen'den başka sesimizi duyan, başımızı okşayan olmadı. Duygularımızla alay edildi; düşüncelerimiz cürüm sayıldı. Her yanda kundaklamalar yaşandı.. her tarafta fitne ateşleri körüklendi.. yananlar ocaklar gibi yandı ve yapılanlar ismet-i dine dayandı.
Şu anda duygularımız derbeder, davranışlarımız ahenksiz, ruhlarımız kirli, ayaklarımız titrek, ellerimiz mefluç, çoğumuz itibarıyla ümitlerimiz sarsık, havalar boz-bulanık, mağripler hicranla tül tül, maşrıklar lütfuna kalmış... İşte böyle bir dağınıklık içinde Sana geldik. Böyle gelenlerin ilki değiliz, sonuncusu da olmayacağız. Rahmetin, bu garip pişmanların ümit kapısı, bizler de bu kapının önündeki liyakatsiz dilenciler. Şimdiye kadar gelip Sen'in kapında ihtiyaç izhar edenlerden boş dönen hiç olmamış; hiçbir kaçkın ve pişman da o kapıdan kovulmamıştır. O kapı Sen'in kapın, onun başkalarından farkı da her gelene affındır. Bizi hilm ü silminle güçlendir. Zalimlere de varlığını duyur.
Ey her duada bulunana icabet eden ululuk tahtının sultanı! Şu anda binler, yüz binler Sen'in karşında divan durarak ellerimizi Sana açıyor ve külliyet kesbetmiş niyaz edalı soluklarımızla, kullarına her zaman açık bulunan, hiç olmazsa aralık duran rahmet desenli kapının tokmağına inleyerek dokunuyor ve "Biz geldik" diyoruz. Herkesi ve her şeyi görüp gözettiğine, her sese ve herkese merhamet ettiğine gönülden inanarak, kaçkınlığımızı muvakkat dahi olsa görmüyor, günahlarımızı af çağlayanların içinde tasavvur ediyor, karıştırdığımız haltlara değil, Sen'in afv u safhına bakıyor ve ümitlerimizi ona bağlıyoruz; bağlıyor ve Sen varsan -ki aslında kendinden var olan sadece Sen'sin- bizim terk edilmemiz söz konusu olamaz. Enîsimiz Sen isen, çevrenin vahşetinden bize ne! Her yanda şeytan ve avenesi içten içe homurdanıp duruyorlarmış, Sen bizimle olduktan sonra ne ifade eder ki! Sen her şeyin biricik hâkimisin ve hükmünü engelleyecek bir güç de yoktur. Sen saltanat dairen içinde en küçük şeyleri görür, en cılız sesleri işitir, hiçbir şeyi ve hiçbir kimseyi cevapsız bırakmazsın.
Şimdi biz de, bize verdiğin isteme duygusu ve istenenleri vereceğin inancıyla rahmetinin vüs'ati genişliğindeki kapına dayanıyor, son bir kere daha hâlimizi arz etmek istiyoruz. Hâlimiz Sana ayan, söyleyeceklerimiz bildiklerinin bir kısmını beyan. Beklediğimiz, asırlardan beri bizi kıvrım kıvrım kıvrandıran dertlerimize derman... icabet buyur ey Rahîm ü Rahmân!
Dipnotlar
1. Bkz.: En'âm sûresi, 6/63; A'râf sûresi, 7/55.
2. A'râf sûresi, 7/56.
3. Bakara sûresi, 2/186.
4. Bkz.: Zümer sûresi, 39/2.
5. En'âm sûresi, 6/63.
6. Neml sûresi, 27/62.
7. Bakara sûresi, 2/201.
8. Bakara sûresi, 2/250.
9. Bakara sûresi, 2/286.
10. Âl-i İmrân sûresi, 3/8.
11. Âl-i İmrân sûresi, 3/16.
12. Âl-i İmrân sûresi, 3/53.
13. Âl-i İmrân sûresi, 3/147.
14. Âl-i İmrân sûresi, 3/193.
15. A'râf sûresi, 7/23.
16. A'râf sûresi, 7/89.
17. A'râf sûresi, 7/155.
18. Yûnus sûresi, 10/85.
19. Enbiyâ sûresi, 21/87.
Sızıntı / Başyazı - Kasım 2012
Abdülkadir Geylani Hazretlerini Hazin Bir Münacaatı

Kaydol:
Kayıtlar
(
Atom
)